literature

asit kuyulari

Deviation Actions

benherkes's avatar
By
Published:
1.1K Views

Literature Text

O kuyuyu kazdılar… Seni orada buldular… Oysa ben, yıllardır her gece sarılıyorum sana. Hayalini kucağıma alıyorum ve “her neredeysen…” diye başlayan cümlelerle sesimi sana… Yok. Yok. Sesim karanlık bir kuyuda yankılanıyor ne zamandır. Bunu duyuyorum. Duyuyordum. Onlarca kemik parçasına sürtünup, hücrelerce eti eritiyor sesim. Duyuyorum. Ne zamandır. Göz çukurlarına doluyor, kurumuş kulak kemiklerinden taşıyor. Bir ölüm kokusu siniyor sesime. Duyuyorum. Duyuyordum. Saçların en siyahına dokunup tel tel ayırıyor onları. Ben istemiyorum böyle olsun. Ben istemiyorum nefesim ölüm koksun. Ben istemiyorum. İstemiyorum.

Oysa ben sadece beklemek istedim. Bekleyiş bir süre sonra ele geçiriyor seni. Üzerine düşünmemeye başlıyorsun. Salt beklemek oluyorsun. Bu olsun istedim. Sana neler olmuş olabileceğini düşünmek… Düşünmek… Düşünmek…

Seni alip götürdükleri sabah –sabahların en karası, ki kaç kadın kaç kara sabaha uyandı burada- seni alip götürdükleri sabah, ben bağırmıştım. “O kolu öyle tutamazsınız! Öyle sevdiğim, üzerinde, içinde, altında kaç gecemi tere kattığım, titrediğim o kolu öyle tutamazsınız!” Belki de hiç bağırmadım. Belki de sesim boğazıma tıkanıverdi de orada buldu bu ölüm kokusunu. Bacakların yürürken yürümezdi artık. Başın dönerken çoktan kopup düşmüştü gövdenden. Seni götürdükleri sabah ben evimden bir ölü uğurladım. Terimin kokusu kurumamışken kollarında... Ben seni ölüme…

İki yandan kollarına girmişlerdi. Ağır postallarının altında eziyorlardı toprağı. Ve her adımda toprağa döküyorlardı seni. Biz onlarca kadın gözü baktık arkandan. Ama en çok ben… Ah en çok ben… Daha orada, adım adım uzaklaşırken benden, sanki çoktan eriyip çözülmeye başlamıştın. Sanki her adımda kuyunun karanlığı iniyordu yavaş yavaş yüzüne. Gözlerin aydınlıktı. Tutkunun ateşiyle içten aydınlatılmış gibi parlayan yüzün, ah canım yüzün, direnemiyordu kuyunun karanlığına. Bedenin ölecekti. Onu benden şimdi almışlardı ve sen her adımda onların ellerindeki ölüme eğiliyordun. Düşüyordun.

Hiç konuşmadın. Kollarına girip çekiştirdiler seni. Hiç konuşmadın. Sessizliğinin bedeli olacak ölümü hemen alıp yerleştirdin dudaklarına. Bir mühür gibi vurdun ağzına ölümün sessizliğini.  Onlar kollarına girdiği an sen düşmeye başladın o kuyuya. Ben bunu sonra unuttum. Unutmayı diledim. Salt bir bekleyiş yaptım kendimden. “Her neredeysen…” diye başlayan cümleler kurdum yatağımda. Böylece nerede olduğunu bildiğimi unutmak istedim. Kadın içim derinleşti sen oraya dolmadıkça. Ben kendimi bir kuyuya çevirdim. Eğer bir kuyudaysan sana bir kuyu olmak istedim. Kendimi sana bir kuyu yaptım. Baş dönmeleriyle içine düşeceğin bir kuyu… Eğer sen bir kuyudaysan ben kendimi bir kuyu yaptım. Seni başka bir kuyudan almak için.


Sabaha karşı, herkes uyurken gelirlermiş kuyuya. Aydınlanmamış uyku karanlığında, ağır adımlarla. Herkes uykunun kuyusunda yuvarlanırken onlar ayazın uyanıklığında ağır ağır ilerlermiş kuyulara. Çeke çeke getirirlermiş yüklerini. Ölülerin topukları derin oyuklar açarmış toprakta. İki derin çizgi. Yan yana. Upuzun. Seninle dilediğim ömür gibi.  Sonra, kuyunun başında, kaldırırlarmış yüklerini. “Ih” derlermiş kaldırırken. Çaldıkları yaşamın soluğu katılmış gibi hızlanırmış solukları. Kuyunun ağzına dayayip salıverirlermiş aşağıya ölüleri. Dinlerlermiş sonra. Kuru bir çarpma sesi… O sesi duyunca derin bir soluk bırakip gidiverirlermiş. O sesi neden beklerlermiş?
Dönerken savurdukları ayak izleri bölermiş ölü topukların bıraktığı iki derin çizgiyi. Parçalı, dağınık bir şeye çevirirmiş. Seninle dilediğim ömre yaptıkları gibi. Sonra işte giderlermiş. İnsan en korkunç şeyleri de yapsa gidişi gidiştir. Sesi değişmez. Elinde izi kalmaz günahının. Gidip çay içerlermiş. Sobanın başında, üşümüş ellerini ısıtırlarmış. En büyük günahlara da bulansa, insan elleri ısınmak isterler. Bütün bunlar bana çok garip geliyor. Bir çay bardağının etrafında kavuşan insan ellerinin bir boğazın etrafında da kavuşacağını düşünmek… Düşünmek…


Sonra açtılar o kuyuları. Bize yasımızı vermek için. Sesimiz uzun bir ağıda dönsün diye. Sonra açtılar kuyuları. İki haber arası, kısacık dinledik kemik sayılarını. Sonra biz buna dayandık. Dayanabildik. Çoktan karanlık kuyulara çevirmiştik kendimizi. Hiçbir ağıdın yankılanamayacağı kuyulara. Çünkü kuyular kazılırken başlarında bekleyen biz, uzun etekli, uzun saçlı, uzun, dalgın bakışlı kadınlar, biz sizin olmadığınız o uzun zamanda yitirmiştik ölümle yaşamın farkını algılayan insan algısını. Bize artık… Bize artık sizin ölümünüz yoktu. Çünkü o olmadığınız o uzun yıllar boyunca biz her sabah… Biz her sabah… Her sabah sizi ölümle yaşamın arasında, yalnız bizim bildiğimiz o aralığa yerleştirdik. Ölü topuklarınızın toprağa kazdığı iki uzun çizginin arasına. Biz buna dayandık. Üç adet, beş adet, on adet kemik… Biz buna dayandık. Çünkü ağıdımız da kemikleriniz gibi iç içe erimişti çoktan. Uzun uzun baktığımız dalgın uzaklar birbirinin içinde erimişti. Tüm dünyayı tek coğrafyaya, sizin olmadığınız ve sizin orada bir yerlerde olduğunuz tek bir coğrafyaya çevirmişti çoktan bekleyişimiz. Nerede başı dumanlı bir dağ görsek, nerede uzak bir ses duysak, nerede hızla uzaklaşan birilerine rastlasak… Her dağın ardına yerleştirecek kadar çoğalttık sizi. Her acele yürüyüşün varacağı yere koyduk. Biz uzun etekli, uzun, dalgın bakışlı kadınlar, biz çoktan bir kuyuya döndük de uzun ağzımızı açıp koca dünyaya… Açıp koca dünyaya… Biz sizi bağırdık koca dünyaya. Ölüm sinmiş sesimizle. Ölümünüzü yerleştirdik her yere. Ki nerede görsek şaşırmayacaktık.

Haberler gelirdi sizin olmadığınız yıllar boyunca. Her çarşıda, her yabancı adam sizi görmüştü bir kez. Köşeyi dönup kayboluvermiş ya da bir yere girivermiştiniz. Tüm dünya siz gizlenin diye açılmıştı sanki. Önce heyecanla dinlerdik bu haberleri. Sonra sonra… Eteklerimiz ve saçlarımız uzadı. Rahmimiz yitirdi çocuk gülüşlerini. İnce inlemeler silindi dudaklarımızdan. Bekleyişimiz kadar uzundu sessizliğimiz de.

Kuyuların başına saçlarımız, eteklerimiz kadar o sessizliği de götürdük. Çıkan kemiklerin sayısıyla sarsılip duran vicdanlara bin yıl ötesinden bakıyorduk. Biz bin kez yaşamıştık bu anı rüyalarımızda. Dalgın bakışlarımızın önünden bin kez geçmişti bu görüntü gün ışığında. Bekleyişte her şey birbirine dönüyor. Her şey bir şeyin eksikliğiyle birbirinin yerini tutabilir hale geliyor. Ölüm… Yaşam… Ne zaman ölüydünüz siz? O kara sabahta kendinizi dökerken mi toprağa? Şimdi kuyudan çekilen kemikleriniz sayılırken mi? Hangi anda öldüğünüzü bilemeyeceksek öldüğünüzü nasıl bilecektik? Aklı uzamış kadınlardık biz. Beklemekten aklı uzamış. Her türlü algı sınırını aşmış. Bağırışımız insan kulağının eşiğinin üzerindeydi.  Biz sizin aklınıza girmiştik. Kuyunun karanlığında yitirmiştik zamanı da, mekânı da. Uzaktık artık her türlü ağıda. Toprağın kalbinde eritmiştik sizi. Orada eridiğinizi bilmiştik.

Ya bizi kim kazacak? Kim çıkaracak bin yıl dudağımızda kalmış ağıtlarımızı? Acının katman katman biriktiği derin kuyularımızdan kim çıkaracak bizi? Biz, eridiğiniz kuyulara çevirdik kendimizi. Ya bizim içimizdeki kemiklerinizi kim çıkaracak? Bize yasımızı mı vermek istiyorlar? Yok bizim yasımız. Yok bizim yasımız. Onlardan alacak yasımız yok bizim. Yok.
Bu öyküyü, biraz değiştirerek oyun haline getirdim. Şu anda bir ekiple çalışıyoruz. Sahnelemek isteyen olursa benimle irtibata geçmesi halinde metni yollayabilirim.
© 2009 - 2024 benherkes
Comments13
Join the community to add your comment. Already a deviant? Log In